Yoldaş Gramsci ve Yoldaş Luxemburg İkinci Enternasyonal'in 10 Mart 1912 İsviçre Kongresi'nde Karşılaşıyor

{Başlık altındaki resmin tanımı: Klee'nin Angelus Novus adlı resmi.  Walter Benjamin adlı yazarın Tarih Kavramı Üzerine Tezler metninde 9. Tez'e bakınız}
Anne Finger [sakat aktivist, yazar]


Metnin bazı kısımları Goethe, Rosa Luxemburg, Johnny Cash, Alfred Doblin, Antonio Gramsci, Vladimir Lenin, Benito Mussolini, Adolf Hitler, Karl Koch ve İncil'den alıntıdır.

Asla gerçekleşmedi, olması mümkün değildi.
İkinci Enternasyonal'in Alp Dağları'nın eteklerindeki Katano Gölü'nün hemen yanındaki bir otelde düzenlenen kongresinde, karla beslenen bir gölün, tam ortasında dahi aşağı bakıp gölgelerinin zemindeki taşlara dokunuşu görebileceğiniz kadar berrak sularının eşliğinde, dünyanın dört bir yanından gelen sosyalist parti delegeleri hınca hınç doldurmuşken koridorları, ki böylece kongrenin asıl işi neredeyse asıl orada yapılır hale gelmişken, sürekli hareket halindeki eller ve kollar, vızıltıya dönüşen sesler ve omuz üzerinden bakışlar eşliğinde, üst katta damar tıkanıklığından mustarip hizmetçi Madam Robert bir yatak örtüsünü havada katlayarak ikindi güneşinin ışığına dans eden tozlar eklerken, Yoldaş Rosa Luxemburg ve Yoldaş Antonio Gramsci'nin karşılaşmaları mümkün değildi.

Konuşmasının ardından kah heyecanla tavsiyelerini almak için bekleyenler, kah ona öğüt vermek isteyenler, kah sırf onunla kişisel olarak, yüzyüze konuştum diyebilmek için bekleyenlerce salonda tutulan Luxemburg'un, etrafını saran kalabalığı yararak gelip kendisine eşlik etmek isteyen kişiye işaretiyle, onun elini Luxemburg'un omuzuna koyup da "Rosa, gitmek zorun..." demesiyle Rosa'nın salondan çıkmayı kabul etmesi, yani otelin Cenova Salonu'nu öğlen 2:52'de terketmesi; bu sırada Yoldaş Gramsci 'nin hapşurup da ceplerinde boşuna mendil aramasının ardından burnunu gizlice elinin tersiyle silmesi, eğik kafayla kalabalık koridorları katederek 5. kattaki odasına çıkmak istemesi ve böylece siz ikinizin yolunuzun tam üçte ikisi mesafeyi katetmişken birbirinize rastlamanız mümkün değildi.

Hayır, mümkün olamazdı.
10 Mart 1912'de saat üçe sekiz kala, Rosa Luxemburg Berlin Lindenstrasse'deki evindeydi, Parti eğitim merkezisinde vereceği konuşmaya hazırlanırken Goethe'nin Faust'undaki şu pasajı bulmaya çalışıyordu: "Bir imparatorluktan kimse bir başkası adına vazgeçmez, zorla kazanan kimse onu kimseye hediye etmeyecektir": Neukolin'deki evinde onu altı yıl sonraki ölümüne götürecek ayak seslerini duyduğunda hemen çantasına atacağı kitaptı bu; Gramsci ise 21 yaşında, yoksulluk çeken Sardunya'lı bir gençti o sırada; Türin, Via Pereigia'daki bir aşevinde, kendisi için biraz fazla yüksek bir masada kolları aldıkları garip biçimden biraz acırken, o gün ağzına attığı ilk lokmayla yemeğini, bir tabak con olio makarnası, yiyor, aynı anda bir linguistik metni okuyordu. Yan masada bir baba iç çekip, karnını ovuyor; sandalyesini masadan geriye doğru hafifçe kaydırıp, tıknaz kızlarını tatlı yemeğe ikna etmek için tatlı sözlerinin yanısıra sıskalıklarını ispat etmek istercesine derilerini çekiyordu; onun tatlı köftecikleri, en sevgilileri sıskaydı, çok sıskalardı. Kızları, nazlı, babalarına karşı çıktı; peder bey, garsona kalamar ve makarna tabaklarını, kuzudan arta kalanları ve yarı-dolu şarap şişesini götürmesini işaret etti. Sonra, keskin bir rüzgara karşı yalnız başına ve yarı boş bir karınla topallayarak eve dönerken (insan neden açken soğuğu bu kadar fazla hisseder?), Gramsci, o zengin adamın yemeğinin yarısını garsonun götürmesini sessizce izlemesine imkan veren gücün adını koymayı denedi: bir köpek, aptal bir hayvan, yemeğe saldıracak, kuzuyu dişleriyle kapacaktı. Köpek benden daha iyi bir sosyalist olurdu, diye düşündü.

Hayır, Yoldaş Luxemburg, yemekte Karl Liebknecht'in yanına oturmak için, onunla ve on iki Yehova'yla yemek yemek için; onu eşi benzeri görülmedik 1914 4 Ağustos'una, yoldaş bildiği adamların Alman işçilerinin İtalya, Fransa ve İngiltere işçilerini öldürmesi ve onlar tarafından öldürülmesi için savaş kredilerini onayladıkları ana götüren yolda; onu birkaç hafta sonraki o karanlık akşama, Clara Zetkin'le beraber, ateşin önündeki parmaklıklara konmuş hışırdayan terlikler içinde 4 ayak, evinin salonunda oturup, kadın sorununu değil, partinin örgütsel sorunlarını değil, afyon ruhu mu, prüsik asit mi tercih edilmeli --çünkü kitle katliamı gündelik, monoton bir iş haline gelmişti-- onu tartıştıkları o akşama götüren yolda; Mathilde'yi kendisinden ayıran 3:19 treninin ıslığını savaşa karşı çıktığı için kapatıldığı hapishanede dinleyeceği yolda ("bıraksalardı beni bu hapishaneden/ bu tren benim trenim olsaydı/ hiç şüphem yok ki, sürerdim onu/ hatta daha da aşağılara/ Folsom Cezaevi'nden uzaklara...") evet, Yoldaş Luxemburg'un, buna giden yolda otelin koridorlarını katederken, Yoldaş Gramsci'ye rastlaması mümkün değildi.

Sonya Liebknecht'e savaştan sonra onunla beraber gideceğine söz verecekti, Korsika'ya ("yükseklerde soylu bir griye bürünmüş çorak kayalar dışında hiçbir şey, aşağılarda gür zeytin, kiraz ve asırlık kestane ağaçları. Ve her şeyden öte tarih-öncesi bir sessizlik --insan sesleri, kuş ötüşleri yok, sadece bir yerde kayalar arasında akan nehrin sesi, ya da kayalıklar arasında esen bir rüzgar, hala Ulis'in yelkenlerini şişiren rüzgarla aynı rüzgar"). Hayır, Korsika'yı bir daha hiç göremeyecekti; bunun yerine özgür kaldığı ilk, uykusuz, geceyi, bir sonraki günkü gösteriye hazırlanmak için tren işçileri sendikası salonunda geçirecekti; "tam da görünüşte her şeyin ümitsiz ve perişan durumda olduğu bir zamanda bütüncül bir değişimin ufukta belireceği", her yerinde kızıl bayrakların dalgalanacağı Berlin yolunda...; Eden Oteli'nde, birkaç hafta öncesine dek Berlin sokaklarındaki kitleye onunla beraber katılacak, hatta belki de Vorwarts binasının işgaline katılıp yeni gelenlere "Neden bu kadar geciktin? Neden yanında başkalarını getirmedin?" diye soracak kız ya da erkek kardeşleri bulunabilecek olduğu halde, şimdi: Yahudi, domuz, kızıl orospu, kötürüm, Yahudi diye bağıran koroya katılan hizmetçi ve uşakların yanından sersemlemiş halde ve sendeleyerek geçeceği yolda ("biliyorsun, gerçekten görev başında ölmek istiyorum, bir sokak mücadelesinde ya da hapishanede"); onu siyah arabaya götüren yolda, onu kafasına sıkılan, sol beyin lobundan girip akıl merkezinin bulunduğu yeri yok eden kurşuna götüren yolda; birkaç dakikalığına artık Dr. Luxemburg, düşünür, peygamber değil, sadece bir beden, bir bilinçdışı (..."bazen bana öyle geliyor ki, gerçek bir insan değilim hiç, onun yerine bir kuş, ya da insan biçiminde bir yaratığım"...) olacağı, cansız ağırlığının Landwehr Kanalı'nın sularına düşeceği yolda.

Yoldaş Gramsci'yle karşılaşmıyor; Gramsci, mendil almak için gideceği beşinci kattaki odasına giden yolda; boyunun üstünden havalara bakan 4 erkek ve 1 kadından müteşekkil bir delegasyon tarafından karşılanacağı, kendini mümkün olduğu kadar derin bir sesle tanıtmasının ardından oluşan birkaç saniyelik duraksamayı (bu büzülmüş kambur mu ünlü liderimiz? --bazen onun sakat, deforme olduğuna ilişkin önceden uyarılıyorlardı; ama o halde dahi karşılarında bulmayı bekledikleri bir Tepegöz, bir Minotordu, bu topallayan cüce değil) farketmemiş gibi davranacağı Petrograd tren istasyonuna giden yolda; mahkumlar dışında herkesin trajikomik faşist ihtişama büründüğü, nişan işlenmiş kara üniformalar, parlak cilalı ayakkabılar içinde, sırtlar dik, her birinin kemerinde tıpatıp aynı noktaya iliştirilmiş bir hançer, çift kordon milis askerler, üzerlerinde SPQR, Senatus Populusque Romanarum yazan flamalarıyla mübaşirleriyle --elbette, bu ona Marx'ın tarihin tekrarı üstüne sözünü anımsatacaktı, ilk sefer trajedi, ikinci sefer fars-- mahkeme salonuna sokulacağı, pis, traşsız, yaralı, kendini sürünen bir hayvan gibi: belki sürünerek ilerleyen, yırtıcı bir dağ gelinciği gibi hissedeceği; fiziksel bir utanç duyumsayarak yıllar önce, Türin işçi konseyleri deneyimi sonlanmamışken yazdığı bir cümleyi: "burjuvazi proletaryanın kalbinde pusuda yatar", yeniden hatırlayacağı ana giden yolda; Madison, Wisconsin ve Berkeley, Kaliforniya'da, dairelerin duvarlarına raptiyelenmiş o büyük Beyin, vücutsuz bir kafa haline geleceği o yolda. Yoldaş Luxemburg'la karşılaşmıyor.

Rosa, bizi uyarmıştın, gölgemizin üstünden atlamak ne kadar mümkünse tarihsel bir devri atlamamız da o kadar mümkündür. Ama ben yine de Leveque Oteli'nin duvarlarına sprey boyayla sonraki elli yıl boyunca duyulmayacak şu sloganı yazıyorum: "Tüm İktidar Hayal Gücüne!" Kendimize ait bir adımızın olmadığı, sadece handikaplı, topal, deforme, kambur, cüce, kötürüm sözcüklerinin olduğu, sadece sessizlik sözcüklerinin olduğu o günlerde, konuşabileceğimizi hayal ediyorum.

Hayal ediyorum ki, Yoldaş Luxemburg bakışlarını yönlendiriyor, kaydırıyor, ve sonra böyle yaptığı için kendine gülüyor: yüksek sesli, gırtlaktan gelen, bol, derin bir kahkaha değil, sadece "içgüdüsel" tepkisinin kendisini eğlendirmesinden doğan hafif bir kıkırdama. Ve sonra, dönüyor ve gülümsüyor, senin benim engelsizlerle dolu bir koridorda birbirimize rastladığımızda yapabileceğimiz gibi.

Duruyor, elini uzatıyor ve şöyle diyor: "Tanışmadık. Ben Rosa Luxemburg".

"Tabii", Yoldaş Gramsci karşılık olarak kendi elini uzatırken mırıldar gibi cevap veriyor, "evet, tabii"; mendili yokken kullandığı elini uzattığının farkında.

Rosa, bocalayan genç adama yardım ederek, "ya Siz?" diye soruyor. O da adını söylüyor. Rosa, "haydi konuşalım," diyor.

Yemekten sonra, kahve servisi yapılırken verandada buluşuyorlar. Elbette, dışarıdaki taş bankların arkalığı yok, o yüzden içeriden üç tane sandalyeyi çekerek getiriyorlar -- bir tanesi, aksi halde zemine değmeyecek ayaklarını yaslamaları için.

"Evet," Rosa hemen soruyor, "sakatlığın partide senin için zorluk çıkardı mı?"
Antonio omuz silkiyor. "Onlar --işçiler-- bana güveniyor."

Başını sallayarak onaylıyor, Rosa, biliyor çünkü. Yaran dışarıdaysa, bir trendeki yabancılar hikayelerini anlatmak için seni seçecektir.

"Ama ondan korkuyorlar da," diye ekliyor Rosa.
"Evet, korkuyorlar da" diyor Antonio.
Rosa, "yine de", diyor, "çoğu zaman merak ediyorum, partide bu kadar yükselebilir miydim, şey olmasaydı..."
-Cinselliğinin üstünün örtülmesi
-Cinsiyetsizleştirme, benim söyleyeceğime daha yakın olurdu. Kaderinin sonsuza dek arzu alanının dışında kalacağını imlediği tüm o fiziksel büyüme yıllarının anısıyla, Gramsci'nin sözü onu biraz müşkülpesent kılıyor. Bu konuda kendine karşı dürüst olsaydı --ama olamazdı-- kendisini sosyalizme götüren şeylerden birinin bu olduğunu kendine itiraf ederdi: o, akıl ve karakterinin fiziksel kusurunun üstesinden gelebileceği, ve kendisini arzulanır kılacağı yerdi. Sadece, burada kendini özgür hissettiğinin, hiçbir yerde hissedemediği bir özgürlüğü hissettiğinin bilgisini açık ediyor kendine.

Yoldaşlar, devam etmenizi istiyorum ama bu diyalog yakışıksız bir hale büründü; anakronizmlerle bezeli, yazılması imkansız... "Tüm iktidar hayal gücüne" mi? "Tüm iktidar sovyetlere" kadar pratiğe geçirilmesi zor bir slogan.

Ve zamanı deşerek ikinize ulaşan bir haykırışla, "Lütfen, konuşun birbirinizle" demek istesem de, ileride sizi neyin beklediğini açık edemem. Mussolini hala faşist değil, göğsü kocaman bir lokomotif gibi şişirilmiş, yeni uyanmış çiğ etine soğuk suyu boca edecek çelikten bir adam değil; kitleler bir kadındır, diyecek, ve bir balkondan nutuk çekerken itaatkar ruhlarının kendisine doğru yükseldiğini hissettiği bir anda, o büyük aslan kafası öne çıkık, kılsız kafatasının yuvarlaklığı yontma mermer bir Roma kafasını  andırırken, gömleğininin düğmelerini açıp onlara demir baklavalarını gösterecek. Hitler hala tarihin kötü gözlerinde anlık bir parıltıdan fazlası değil. Henüz, hastalık, fahişelik; modern erotizmin boğucu parfümü, sokak arasında Aryan kadını kirletmek için bekleyen kaftanlı Yahudi, ve sağlıklı olanı kirletip kusurlu genlerini yeni nesle aktaran dejenerelerin, içinde birbirine karışıp, tek bir şey olacakları propaganda ağını örmedi. Henüz, Almanya'nın sağlıklı bir devlet haline gelmek zorunda olduğunu deklare etmedi. Henüz, Büchenwald Kampı'nın kumandanı Koch, "benim kampımda hasta yok. Her biri, ya sağlıklıdır, ya da ölü" demedi.

Mussolini, Hitler, Koch anlayacaktır: sağlıklı bedene tapnma, bizden duyulan korku, faşizmin ana köküdür.

Ama Rosa, ağırbaşlı Rosa, zamanda ileri sıçrayıp azarlıyor beni: Başlangıçta eylem vardı. Hayır, henüz birbirleriyle konuşamazlar. Henüz biz yokuz. Biz faşizmin çocuklarıyız, kendimizin çocukları olduğumuz gibi.

Evet, böylece yeniden deniyorum. Tarihin sonraki kanlı 4 yılını ileri sarıyorum: askerler Keystone Kops sessiz filminin beceriksiz polislerine benziyor; siperlerden çıkıyor, yüzlerini ekşitiyor ve yere düşüyorlar; sonra yeni bir dalga asker yükseliyor ve aynı şey oluyor, ve bir kez daha, ve bir kez daha, ve bir kez daha, ve bir kez daha; taa ki aşağı yukarı 22 milyon ölene ve ben "oynat"a basıp normal hıza geçene dek.

Rosa, Breslau Cezeavı'nden dışarı yürüyor, Berlin'deki gösteride konuşuyor, "Berlin'de düzen var ... Sizin düzeniniz kumdan bir kale" diye yazıyor. Ama hiçbir zaman Eden Oteli'nin koridolarında sersemlemiş, sendeleyen bir halde yürümüyor; asla, gözleri çıkmış, şişmiş cesedi Landwehr Kanalı'nın havuzlarında bulunmuyor. Bunun yerine, Rosa Sovyetler Birliği'ne kaçıyor, oradan da New York'a sıçrıyor. Antonio, ilkin tutuklanmandan önce İtalya'yı terkettiğini hayal ettim, ama hayal dünyasında dahi, Hapishane Defterleri'ni, Mektuplar'ı yok edemem. Bağışla beni Nino; seni önce çıplak bir ampulün tüm gece yanacağı ve bitlerin yatakta oynaştığı Regina Coeli Hapishanesi'ndeki o ilk pis hücreye ve sonraki tüm hapishane hücrelerine gönderiyorum. Farzedelim, senin özgür bırakılman için yıllar boyu canla başla uğraşan -- dilekçeler dolaştıran, bitimsiz mektuplar yazan, dünya kamuoyu nazarında avukatlığını yapan-- Romain Rolland bu taktiklerden ümidini kessin. Bunlar yerine, ölüme ne kadar yakın olduğunun farkında, Quisisana Kliniği'ne bir komando baskını örgütlesin. En önde, Chuck Norris var; ketum bir (erkek) hemşire kılığına girmiş; açık renkli teninin hesabını, onun Almanmış gibi yaptığını söyleyerek veriyoruz; kararlaştırılan saatte bir helikopter çatıya yaklaşırken, seni bir bebeği kucaklar gibi kollarına alıp (o günlerde, sadece 42 kiloydun), omzuna atacak, ve çatıya doğru hızla ilerlerken, boş kalan elinde bir makinalı tüfek, birkaç faşistin icabına bakacak. Chuck seni sevgiyle kollarına saracak, siyah saçlarını alnından geriye itip, "Hey, adamım; geçti. Güvendesin, yoldaş." diyecek. "İtalyan Faşizmi Gramsci'yi Katletti" başlıklı el ilanları olmayacak. Hayır yoldaş, yaşayacaksın.

İkiniz de ünlü olmayacaksınız. Kusura bakmayın, ölümün kariyeriniz için yararlı olduğuna dair o eski sözün bir hakikati var. Rosa, en son, New School'da ders verıyor, trajı gittikçe azalan dergilere yazıyor. "Ya, Ya da" makalesine İncil'den bir alıntıyla başlamıştı: "Ne soğuksun, ne sıcak. Keşke ya soğuk, ya da sıcak olsaydın! Oysa ne sıcak ne de soğuksun, ılıksın. Bu yüzden seni ağzımdan kusacağım." Oysa şimdi kitleler beyaz vadilere taşındı, DeSoto kullanıyorlar; Rosa, kıyamet habercisi bir çatlağa dönüştü. Antonio savaş yıllarını Güney Kaliforniya'nın sıcak ve kuru havasında dinlenerek geçiriyor, sağlığını biraz olsun geri kazandı, heyecanla parlayarak tartışıp, didişip duran o sürgündeki solcular kolonisine katılıyor.

Onları kurtardığıma göre, şimdi ne yapacağım onlarla? Tekrar mı buluşturmalıyım, Brooklyn'de bir metro istasyonunda; Rosa, 103 yaşında, yanağında, yaşlı, çok yaşlı kadınlardaki kağıtsı, neredeyse bir bebeğinki kadar düzgün deri parçasıyla; ve Antonio, 80'lerinde, hantalca yürüyerek, nefessiz kalmış, merdivenleri çıkarken? Ama o halde dahi, ancak 70'lerin başında olurduk: hala, çok erken. Hayır, zamanı ilerleteceğim, ama ikisi de öldüklerinde olduğu gibi, 40'lı yaşlarının sonunda kalacak; 1990'dayız, Rosa Brooklyn Ditmas İstasyonu'nunda bankta oturup F trenini bekliyor, Engelli Amerikalılar Yasası yeni kabul edilmiş, New York Times'da bunun üstüne bir yazı okuyor. Antonio geliyor ve yanına oturuyor. Aralarında bir miktar New York inçi kalması gerektiğinin farkında, yine de Rosa biraz daha uzağa kayıyor. Aynı yazıyı okuyan Antonio omzunun üstünden bakmadan edemiyor. Rosa, gazeteyi biraz hareket ettirip ona kısa, soğuk bir bakış atıyor. Gramsci diğer tarafa bakıyor, ama sonra Rosa diyor ki, "Afedersiniz. Daha önce tanışmıştık, değil mi?"

Onları birbirleriyle nasıl konuşturmalıyım? Antonio'ya hareketimizin yasa değişikliklerinden fazlasına yönelmek zorunda olduğunu, mücadelenin şu andaki evresinde öne sürülenden daha karmaşık görevleri, yani yeni, bütüncül bir kültür yaratma görevini, üstlenmesi gerektiğini mi söyletmeliyim?.. Rosa'ya hareketimizin demokratik olmasının zorunluluğunu, kendi hatalarımızı, herhangi bir CIL* yönetim kurulunun ve bunların her-açıdan güç sahibi danışmanlarının kusursuzluğundan sonsuz derecede daha verimli ve değerli hataları, yapmamız gerektiğini söyleterek mi cevap verdirmeliyim?

Ama hayır, bu hayal edemediğim bir diğer diyalog.

Hayır, o otel koridoruna geri dönmeliyim.

Yoldaş Luxemburg, yemek salonuna gitmek için koridordan aşağı, güneye doğru ilerler, Yoldaş Gramsci de kuzeydeki merdivene doğru giderken, ikisinin 2. Enternasyonal'in 10 Mart 1912 kongresinde, Leveque Oteli'nin bir koridorunda, saat tam 2:53'te karşılaşmaları asla gerçekleşemezdi ise de, yine de, eğer bu olsaydı, Rosa, eskilikten siyahı yeşile çalan ikinci el bir ceket içinde kendisinin bulunduğu yöne topallayarak ilerleyen biçimsiz cüceyi gördüğünde, bakışları hemen görsel alandaki bu uygunsuzluğa yoğunlaşmış, biraz şaşıracaktı. Bakışlarını ona sabitlediğinin farkına varıp, hemen başka yöne kaydıracaktı. Ve hemen ardından bakışı sabitlemek kadar, hemen kaçırmanın da aynı derecede hakaretvari olacağının farkında, bakışını yine, bu sefer herhangi bir noktaya sabitlememiş gibi yaparak, yönlendirecekti. Yoldaş Rosa, mahcupluktan kaynaklanan hafif bir ürperme hisseder miydi? utanç? duygu karmaşası? dehşet? Adlandırılamayacak bir his?

Gramsci önce başını öne eğer, sonra kaldırıp, onun kendisine bakma hakkının kendisinin ona bakma hakkıyla eşit olduğuna karar vererek, Luxemburg'a bakar mıydı? Bu kadar önde gelen bir yoldaşın kendisinin durumunu paylaştığını farkettiğinde, yüzüne hafif bir gülümseme yerleşmiş miydi?

Her şey birkaç saniye içinde oldu bitti.

Ama bu asla gerçekleşmedi, ve gerçekleşseydi dahi bir önemi olmazdı. İkinizin arasında geçen şey, sözden önce düşünce alanına aittir, henüz deneyimlenmemiş geleceğin, biçimine: adı konulmamış bir iç sıkıntısı, henüz bir önsezi bile değil.

Hayır, yeryüzünde böyle bir yer yok. Bu, Katano Gölü'nü hiçbir haritada bulamazsınız: onu sözcüklerden yarattım. Bu kongre hiç olmadı, siz ikiniz orada değildiniz. Katano Gölü'nün berrak sularından aşağıya, gölün dalgalarının zemindeki taşları okşayan, oynayan gölgelerine bakın, onlar hiçliğe karışana dek; şimdi de, hiç varolmayan gölün kendisi yok oluyor. Bulaşıkhanede soğan kesen kız refleksif bir hareketle, elinin arkasıyla yanaklarını siliyor ve yanaklarının gözyaşlarıyla ıslanmadığını farkediyor; şaşkın, havayı kokluyor: soğan kokmuyor, hiçbir şey kokmuyor. Yukarıda, yaşlı hizmetçi Madam Robert ağrıyan bacaklarının üstünde ayakta duruyor ve yeni yıkanmış bir yatak örtüsünü havaya çarpıyor. Bacaklarınız artık ağrımayacak Madam Robert; yazım acını yok ediyor, varlığının kendisini yazımla siliyorum. Yerinden ettiğin toz zerreleri bir an için havada parıldayarak dans ediyor, ama hemen ardından duruyorlar, ve önce örtünün kendisi ve sonra sen gölgelere dönüşüp kayboluyorsunuz.



------------------
* [Center for Independent Living: Bağımsız Yaşam Merkezi --aşağıda Ravi Malhotra'nın makalesine bakınız]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder