Ütopya nerede: 'Aksaklık'ta
("Wo Utopia liegt: im Argen," Mondkalb, 2008:1)
Matthias Vernaldi
Sosyalist blokun çöküşünden ve sol düşüncenin ve hareketlerin bunun sonucu yaşadığı krizden beri yeni bir ütopya çağrısı duyuyoruz. Görünen o ki reel sosyalizm eski ütopyanın cazibesini bir hayli azaltmış, artık o tarihsel olarak umudumuzu bağlayacağımız ufuk gibi gelmiyor bize.
Sözcük anlamına bakarsak, ütopyanın gerçekleşmesi zaten kendinde bir çelişki barındırıyor gibi: “u topos” yunanca “gayri-yer” demek. Gerçekleşmiş bir ütopya ise elbette somut mekanlarda gerçekleşir ve öyleyse ütopik niteliğini kaybeder, yüce idealler gerçeklikle malul olur.
“Ütopya” More’un en bilinen eseri, 1516’da yayımlandı. More, kitapta ideal devleti tasavvur ediyor; modernlik, teknoloji, gözetleme ve disiplinin o zaman için hayal edilebilecek olanın ötesinde bir karışımı. More’un denetlenen vatandaş tasavvurları 500 yıl öncesi için ütopik sayılsa da, geçtiğimiz yüzyılda birçok örnekle gerçekleşme imkanı buldu. Gestapo, KGB ya da Stasi, şimdiki İçişleri Bakanının anayasaya müdahale çabaları da aynı internet kullanıcılarının denetlenme olasılığı gibi, bu duruma çeşitli örnekler.
Marksist felsefeci Ernst Bloch, temel eseri “Umut İlkesi”ni 1930’lar ve 40’larda, sürgündeyken yazdı; Doğu Almanya’da 50’ler ve 60’larda bastı. Bloch’un Doğu Almanya’da gözden düşmesi çok zaman almadı, ama o Batı’ya taşınmaktan vazgeçmeyecek kadar imtiyazlıydı bir kere, ve eseri bunu olanaklı kılacak kadar çağdaştı. Böylece, Bloch’un artık doğu imparatorluğunun dogmalarında rolü olmayacaktı. Buna karşılık, eseri Batı’daki sol alternatif hareketlerin temel literatürüne girdi. Ütopya kavramı, bugün de sahip olduğu anlama, ancak onun sayesinde erişti.
{Üstteki resmin tanımı: 9 Temmuz 2013, İstiklal Caddesi'ndeki "Yeryüzü Sofralarının" bir fotoğrafı.}
Bloch iki temel toplumsal ütopya olarak ilk hıristiyanlığı ve komünizmi de tartışır. Ona göre toplumsal ütopyalar bin yıllar kateden bir süreklilikle vardırlar. Varolan toplum tasavvurlarının karşısına her insanın eşit değerde olduğu anlayışını koyarlar. Mülk ve kalıtım temelli farklılıkları kabul etmezler, bunlar sonunda aşılacaktır. Eski Roma’daki ilk hıristiyan topluluklarında pratikte büyük ölçüde hiyeraşiden arınmış bir komünizm deneyimleniyordu. Mal sahibi olanlar yoksulları destekliyordu —ama bunu sadece hayır yardımı ile yapmıyorlardı. Zenginler evlerini ve topraklarını satıp elde ettikleri gelirleri toplulukla paylaşıyorlardı. Kimse ne açlıktan, ne soğuktan ölmek zorundaydı, ne de hastalanınca yoksul düşmek. Sonraki iki bin yıl, hıristiyanlığın Avrupa’nın ve neredeyse tüm dünyanın tarihini belirlediği dönem oldu. Kilise gerçekliğinde, artık İsa’nın izinden giden diğerkamlık ve şiddetsizlik öğretisini bulmak zordu. Kurtarıcılık adı altında birçok coğrafya işgal edildi, kültürler yok edildi, farklı inançlardaki kişilerin kellerinin peşine düşüldü ve bir iktidar politikası uygulandı. Ancak ütopik çekirdek hiçbir zaman tam olarak yok olmadı. O, diğer şeyler yanında, üyelerinin Tanrıya yakınlığı insanlara yakınlıkta bulduğu ve böylece varolan toplumsal sınırları kaldırdığı toplulukları da her daim yeniden yarattı. Dini topluluklar, tekke ve manastırlar üzerinden örgütlenen böyle bir sisteme o zamanlar kanlarını dökmek için aranan inançsızlar ve alternatif dini inançlarda olanlar da dahildi, örneğin Köylüler Savaşı’ndaki anabaptistler. İlerleyen sanayileşme süreci, herkesin kapitalist üretim sistemine uymasını şart koşarak ve aileleri ihtiyaç sahipleri ile ilgilenecek kaynaklardan yoksun bırakarak yaklaşık iki yüz yıl önce bir sosyal açıdan zayıf düşmüşler ordusu yarattığında da, ilk elden çözümü büyük kiliseler sundu. Tembeller, kötürümler, körler, sokağa düşmüş kızlar, ayyaşlar ve aptallar için yurtlar yaptılar. Uyum sağlayamamış herkes buralara kapatılıyordu. Ancak aynı zamanda, yoksulların en yoksul kesimi için tepelerinde bir çatı, karınlarında bir tas çorba demekti bu ve daha mühimi, şu dünyada kendileriyle ilgilenilmesine değer oldukları inancını besledi. Sonuçta bugünün sosyal politikaları ve kamu yardımlarında da böyle bir ütopik çekirdek bulmak mümkün.
Komünizm fikri de bu tüm insanların eşit olduğu düşüncesindeki ütopik içeriğe dayanıyor. O, ilk olarak Caritas ve Diakonia kurumlarıyla {terimler hem yoksullara yardım/ hayır işlerinin önemini vurgulayan hıristiyan öğretilerinin adı; hem de bu tür yardımların yapıldığı ilk mekanların} aynı zamanda ortaya çıkmıştı; sanayileşmenin sorunlarına iktisadi düzlemde cevap veriyor: Üretim araçları belirli bir kesimin mülkü olmamalı, toplumun tümüne ait olmalı. Başkalarının emeği üzerinden birkaç kişi zenginleşmemeli. Çalışan kitlelerin yoksulluğuna ve sömürülmesine bu şekilde son verilmeli. Ütopik devlet ideali 90 yıl önce Petrograd’da artık “Büyük Ekim Devrimi” denilecek bir hareketle pratiğe dökülmüştü; bu devlet aynı yüzyılda çöktü.
Marksizm fikri Batı’da da gerçekliğe vardı. Toplumsal ilişkilerin devrimci dönüşümü gerçekleşmedi ise de bu ilişkiler kökünden sallandı. 68’liler katı burjuva normlarını gevşetip kültürel ve ekonomik özgürlük alanları yarattılar. Dezavantajlı ve ayrımcılığa maruz kalan gruplar deneyimledikleri adaletsizliği söze döktüler ve hak taleplerini dillendirdiler. Sakat vatandaşlar da bir özgürleşme hareketi dahilinde bir araya geldiler; 70’lerde, yardıma gereksinim duyan insanların tepeden düzenlenmiş, mütenezzil himayeciliğin nesnesi olmadıkları, bunun yerine, özbelirlenimle, yardımı bizzat kendilerinin örgütledikleri bir ütopya geliştirdiler. Bugün, bu fikrin Almanya sosyal yasalarını da bir biçimde etkilemiş olduğunu, örneğin “kişisel bütçe”de görebiliyoruz. Burada sakatlar ihtiyaçlarını bakım merkezlerine kapatılmaksızın ya da başkalarının vesayeti altına girmeksizin kendi takdirlerine göre karşılayabilmek için nakit para alıyorlar. Yasa koyucunun kendisi de bu durumun yan etkisinin masraflarının azalması olacağını umuyor. Bunu, ödemeler ve ücret giderlerini kısmada araç addediyor.
Sosyal devletin yıllardan beridir şahit olduğumuz yıkılışı süreci de gerçekleşmiş bir ütopyadır: neoliberalizmin, gücün özgür oyununun ütopyası. Süreç ilerlerse, 25 yıl içinde, özbelirlenim sahibi sakat bir insan “kişisel bütçe”den faydanlansa dahi 80’li yılların kurumlarda kapalı kalmış bir sakatına kıyasla toplumdan çok daha fazla yalıtılmış, ihtiyaçları çok daha fazla görmezden gelinmiş durumda olacak.
Neoliberalizmin ideali kuvvettir, güçtür. Toplumsal bir ütopyanın idealinde ise, bunun zıddı, güçsüzlük olmalı. Ancak bu idealin de kahramanları var: Devrim savaşçısı, işçi kahraman, anarşistçe kendini gerçekleştiren üst-insan ya da hedonist. Hıristiyanlık alanında da inanç savaşçıları, direşken çileciler var — kurtarıcıyı “kahraman” saymak zor olsa dahi. Genç, yoksul bir adam çarmıha gerilerek idam edilir: Hıristiyanlık anlayışında bu, dünyanın kurtuluşudur. Tanrı, İsa ile insana yanaşır. Bunun için Tanrının zayıf ve ölümlü olması gerekir. Mesih’in güçsüzlerin en güçsüzü, hor görülenler arasında en fazla hor görülen olacağı ise hıristiyanlıktan da yüzlerce yıl önce Yeşaya kitabında bildirilmiştir.
{Üstteki resmin tanımı: Lenin'in tekerlekli sandalyede bir fotoğrafı, 1922 yılı, Gorki. Fotoğraf kaynak makaleden}
Eğer artık yeni bir ütopyaya ihtiyacımız varsa, belki de o kudreti, bağımsızlığı, güç ve sefayı idealize eden değil, ilgi merkezine incinebilirliği, kudretsizliği ve güçsüzlüğü koyan bir ütopya olmalı. Gelecekte, bugüne dek olduğundan çok daha fazla insan yaşlı, yardıma muhtaç ve sakat olacak. Sakatlık ve kronik hastalık daha şimdiden herkesin yaşam ufkunda var. Yine de bu gibi ön-teşhisler bize kasvetli, karanlık geliyor. Yeni bir ütopyanın ışığı altında bunlar da aydınlanacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder