Yaralanabilir Beden



Başlık altındaki resmin tanımı: Franz Christoph'u, Federal Almanya Cumhurbaşkanı Karl Carstens'in yanında gösteren fotoğrraf. Christoph, koltuk değneklerine yaslanarak ayakta. Cumhurbaşkanı oturuyor, sağ elini Christoph'un karnına doğru yumruk halinde uzatmış (kendini savunmak ister gibi?) -- aşağıdaki metnin hemen girişinde anlatılan "değnek vuruşu" anından hemen öncesi fotoğraflanmış. Fotoğrafın çıktığı gazete "Kötürüm gastesi" (Krüppel Zeitung), üstte sloganı var: "Kötürümlerden Kötürümler İçin Gazete".

"Hadise" üstüne bir başka metinden aktaralım: 'Birlemiş Milletler Engelli Yılı'na ikinci tepki 18 Haziran 1981'de Düsseldorf'ta düzenlenen Rehabilitasyon Günleri etkinlikleri sırasında vuku buldu ve hedef yine Cumhurbaşkanı Karl Carstens'ti. Bu sefer, Bremen'deki "Kötürüm Grubu"nun bir üyesi, Franz Christoph, sahneye çıkıp Carstens'e koltuk değneğiyle vurdu, Christoph, cumhurbaşkanının her zaman olduğu üzere "insanların bizle değil, bizim üstümüze konuştuğu" bir başka etkinliği daha desteklediğini bağırarak söylüyordu. ...

[Christoph] ve grubu tüm bu "rehabilitasyon sirkini" sadece daha fazla ayrıştırmaya yol açan bir etkinlik olarak hedef aldılar ve "Engelliler Yılı'nın gerçekte biz sakat insanlara karşı" olduğunu deklare ettiler. Sahnedeki karışıklık esnasında izleyiciler arasından iki kadın hiddetle şöyle bağırdı : [Carstens'e] "Şükret ki sana böyle bir şey yapıldı!" ve "Hala yürüyebilecek olması çok kötü." Christoph'u Carstens'e saldırmadan hemen önce gösteren bir fotoğraf Federal Almanya gazetelerinin baş sayfalarında yer aldı ve buna sansasyoncu anlatımlardan "kötürüm"lerin neden bu denli "ümitsiz" durumda olduklarına dair düşünceli yazılara değin farklı köşe yazıları eşlik etti. Christoph'a gelince, o, amacını şöyle dillendirdi: "Hayırseverlerin kafasını o denli karıştırmalıyız ki, bizden birini sokakta gördüklerinde, karşılarındakinin sorunlu bir çocuk mu yoksa terörist bir kötürüm mü olduğunu bilemesinler"' [Carol Poore, Disability in Twentieth Century German Culture, s. 281 ]


...

Tervooren'in makalesi, Bremen'de 2003 yılında düzenlenen, Almanya'da sakatlık çalışmalarının gelişimi açısından köşetaşlarından biri sayılan yaz okulunun başlangıcındaki konferansa sunulan bildirilerin toplandığı kitaptan. Bu yaz okuluna dair bilgi için "Sakatlık Çalışmaları (Almanya Giriş)" başlığına bakınız.

Yaralanabilir Beden: Bir Sakatlık Çalışmaları Dizgeleştirmesine Yönelik Düşünceler

Anja Tervooren
Bugün 'Disability Studies' dediğimiz şeyin ((Almanya'da sakatlık çalışmaları alanını ayırdedici niteliğiyle tanımlamak için İngilizcedeki terim, 'disability stüdies', olduğu haliyle, çevrilmeden kullanılıyor --bunun bir nedenini Tervooren aşağıda anlatacak. Türkçede buna gerek yok, metnin geri kalanında 'disability stüdies'i yapageldiğimiz üzere 'sakatlık çalışmaları' olarak çevireceğiz)) ateşleyicisi sivil haklar hareketi ve kadın hareketi gibi 70'lerde güçlenen toplumsal hareketler bağlamında ortaya çıkan uluslarararası sakat hareketleriydi. Federal Almanya'da 1981 "Uluslararası Engelliler Yılı"ndaki protestolar için hazırlıklar mevcut politik pratiği bir harekete dönüştürdü.Bu prostestoların en çarpıcı olanlarından biri Franz Christoph'un "değnek vuruşu"ydu. Christoph zamanın Federal Almanya Cumhurbaşkanı Carl Carstens'e koltuk değneğiyle vurduğunda, bozduğu sadece "minnettar kötürüm" imgesi değildi, "aziz yardımsever" imgesine de bir darbe indirdi. Zamanında bu politik performans sakatlığa bakış açılarının sadece bir sakatlıkla yaşayanların değil, kendilerini engelsiz olarak tanımlayanların da yaşamlarını biçimlendirdiğini açık ediyordu.


Sakatlık Çalışmaları Faaliyetleri ve Melez Kimlikler

Henüz 80li yılların ortalarında sakat hareketinde yoğun bir yayıncılık faaliyeti gelişti. Otobiyografi temelli edebi metinler ve ilk sosyal bilimsel makaleler yayımlandı. Yardım, erişilebilirlik, cinsellık gibi, özel alanda kalmış sakatlık konusunu politik bir hususa dönüstüren yeni bağlamların incelenmesinin yanında, bu metinlerde yeni olan şey, sakatlar üstüne yazanların engelsizler olmaması, bunun yerine sakat insanların kendilerinin kişisel ve toplumsal durumları karşısında konum almalarıydı. Başta Nasyonal Sosyalizm döneminde ötenazi üstüne araştırmalar olmak üzere, daha temelli tarihsel araştırmalara girişiliyor ve 70'lerin sonlarından beri ortalığı karıştıran Anti-psikiyatri hareketinin yayınları çoğalıyordu.

Bu faaliyetin katılımcıları en başından beri, kuramda ve pratikte, kimlik konusunu çevreleyen komşu söylemleri incelediler. Bu noktada, sakat kadınların 1985'te bastığı "Toplumsal Cinsiyet Engelli, Ayırdedici Özellik Kadın" ve ardından 1993'te yayımlanan "Tarif Edilmez Biçimde Dişi" adlı iki yayını hatırlıyorum. "Toplumsal cinsiyet" ve "toplumsal sakatlık" ((bu kavramı Türkçede kullanma biçimimiz için, altta Rosemarie Garland-Thomson çevirisine bakınız)) gibi kategorilerin yan yana gelmesi kadın hareketinin olduğu gibi sakat hareketinin de sınırlarını temsil ettiğinden bu tür melez kimlik konumları özgül bir kuramın geliştirilmesi için özel biçimde üretken oldu. Bu anlamda, örneğin öncelikle sakat hareketi bağlamında gen ve doğurganlık teknolojileri tartışması etrafında gelişen özbelirlenim paradigması, bir sorun alanını açığa çıkardı. Zira, (engelsiz) kadın hareketinin özbelirlenim sloganı "Karnımın sahibi benim," özbelirlenimin olası sakat fetusun yaşatılma ya da yaşatılmama kararı hakkını tekeline alan bir siyasete de evrilebileceğini açıkça gösterdi.

Farklı politikaların kesişebilmesi, farklıların salt birbirine eklenmesi modelini aşan bir farklılık modeli üstüne çalışılmasını gerektirdi. İngiliz sosyolog Jenny Morris bu türden bir salt ekleme mantığına şöyle değiniyor: "Sakat kadınların deneyimini 'çifte dezavantaj' olarak kuramlaştırmanın pek yararlı olduğunu düşünmüyorum. Dezavantajlılık tasavvurları baskı deneyiminin o kadar önemli bir unsuru ki, "araştırılanların" çıkarlarını savunma kaygısı güden araştırmaların, bu tasavvurları sürekli sorgulaması gerekiyor."

Bilim ve Sakatlık

Sakatlığın, karmaşık farklılık konusuna referansla kuramlaştırılmasının elzem olduğu kanısı, 80'lerin sonunda, "yeni ötenazi tartışması" olarak bilinen şey dahilinde ahlak felsefecisi Peter Singer'ın tezleri sayısız üniversite seminerinde tartışılmaya başlayınca, daha da güçlendi. Singer'in insana karşı nefret dolu ve --onun insan tasavvurunu düşününce-- fazla basit tezlerini tartışmama gibi bir siyasi strateji Almanca konuşulan yerlerde aşıldığında, üniversitelerin sakatlığa dair "büyük unutuş"u da açığa çıktı: Sakatlık üstüne eleştirel düşünce birçok yerde üniversitelerin duvarlarından içeri girememişti.

Bir istisna, özel eğitim ve özürlü eğitimi alanıydı: Sakatlık söylemlerinin geleneksel olarak ele alındığı yerler. Ancak, bu disiplinlere dahil pek az kişi, sakat hareketinin tezlerinin kendilerine kendilerinin görev biçtiği özürlü vekilliği statüsünü sorgulatmasına ve temelden sarsmasına izin verdi. Ama, elbette, özel eğitim pedagojisinin kendine biçtiği sorunlu tekel konumu ancak sakatlık konusunun ana akım sosyal bilimsel araştırmada dikkat çekmemesi ve en başta kültür bilimlerinin konuya ilgisizliği nedeniyle mümkün olabilmişti. 90'lı yılların ilk yarısında kültür bilimlerinden birkaç bilim adamı ve kadını sakatlığın tarihine ait olarak kabul edilecek "canavarlar" konusuyla meşgul olmuştu tabii. Ancak bu tarih yazımında kültür-bilimsel  tariflemelerin arkasında gerçek insanların olduğu ve, ikinci olarak, çözümlenen tarihsel kavramların sakatlık üstüne güncel bakışı etkilediği göz ardı ediliyordu. Yine, en geç 90'lı yıllarda diyelim, etkisi güçlenen toplumsal cinsiyet, queer ve postkolonyal çalışmalar gibi komşu alanlar sayesinde kültür-bilimsel söylemler ve politik sorunsallaştırmalar arasında bağ kurabilmek için gerekli kavramsal araçlar hazır hale geldi: beden söylemleri, süreğen, kimlik ve farklılık konusu, ve iktidar ve özne kuruluşu kuramları gibi. Almanca bilim için, diğer yerlerde halihazırda başarılmış sakatlık üstüne çığır açıcı önemdeki yeni sürece dahil olmak, büyük bir gereklilik olarak kendini gösterdi.

90'lı yılların ortalarında Almanca evreninde üniversiteler dışında sakatlık algısına dair bir dönüşüm gözlendi. Sakat insanların eşitlik ve ayrımcılık karşıtı bir yasa talepleri gittikçe daha yüksek sesle dillendirilmeye başladı --ve sakat hukukçuların çalışmasıyla yakınlarda (kısmen) yürürlüğe de girdi. Turizm, erişilebilirlik ve cinsellik gibi alanlarda sakat insanlar için ve sakat insanlar tarafından yürütülen danışmanlık faaliyetleri genişledi. Berlin'deki "Ramba Zamba" tiyatrosu ya da Bremenli grup "Blaumeier" örneklerinin başarılı kariyerlerinin gösterdiği gibi, sakat insanlar gittikçe daha fazla kültür üreticileri olarak algılanmaya başladı. Büyük sakat derneklerinin 90'lı yılların ortalarından itibaren sanata ve kültüre daha fazla bütçe ayırdığını da eklemeliyiz. Mayıs 2003'de Berlin'de üçüncü kez düzenlenen "Gaga 3. Medienfest zum Thema Behinderung" ya da "Der (Im-)perfekte Mensch" sergisi ve ona eşlik eden konferanslar, bunun kanıtı. Bu konferanslar sırasında, ilk kez büyük bir kamuya tanıtılan "Disability Studies" kavramı sakatlık konusunda halihazırda varolan Almanca söylemlerin üretken biçimde biraraya getirilmesinin olanağını açtı. Hem toplumsal ve kültürel görüngülerin çözümlemeleri hem de pratiğe, siyasete yönelik düşünce biçimleri sakatlık çalışmaları çatısı altında beraber yürütülebilirdi.

Disiplinlerarası Bir Proje Olarak Sakatlık Çalışmaları

Disiplinlerarası bir proje olarak sakatlık çalışmaları üç daldan besleniyor.

İlk olarak, eşzamanlı, toplumsalbilimsel yönelimli toplum çözümlemesine ve değişik toplum biçimlerinin bedensel ve zihinsel farklılıklarla ilişkisinin karşılaştırmalı incelemesine dayanıyor. İkinci dal, sakatlığın edebiyat, resim ve performs gibi medya temsillerinde ardzamanlı tarihselleştirilmesi. Üçüncüsü, farklılığın tanınma olanağı üstüne, politika ve eğitimbilim alanlarıyla çoklu biçimde bağlantılı,  felsefi soru ve yeni biyoetik gelişmelerin önümüze çıkardığı sorunsallaştırmalar. Öyleyse, sakatlık çalışmaları yeni bir bilimsel disiplin değil, bunun yerine disiplinlerin sınırlarını sorgulayan bir konumda. Sakatlık çalışmalarının ayırdedici özelliği sakatlık çözümlemesini iktidar ve kaynak ve kurumlara erişim sorularından ayırmayan bilimsel-kuramsal bir temellendirmede yatıyor. Bana göre, bu nedenle ikili bir strateji gerekli oluyor: Her bilim dalında "söyleme kışkırtma" (Foucault'nun ifadesi) ve sakat insanların üniversiteye katılımı önündeki engelleri kaldıran bir bilim teşviki.

İngilizce kavramın Alman dilindeki kullanımda olduğu haliyle bırakılması, alanın dizgesel temellerini yeniden vurgulamanın, tarihsel olarak önemli paradigmaları yeniden gözden geçirmenin ve,  yaz okulunun adındaki gibi, sakatlığı yeniden düşünmenin olanağını sağlıyor.

Karşıtlıkların Eleştirisi

Aşağıda, disiplinlerarası sakatlık çalışmaları alanının çeşitli taraflarını dile getirmeyi deneyen ve sakatlık konusuna bilimsel yaklaşımları biraraya getirmeye çalışan bir dizgeleştirme önereceğim. Bana, ilk başta, merkezi önemde görünen, "Sakatlık nasıl oluşur?" sorusunu sormak ve bu temelde tarihsel olarak dönüşen bir kategori olarak sakatlık çözümlemeleri gerçekleştirmek . Bu kategorinin içinin farklı zaman ve mekanlarda nasıl doldurulduğunu araştırabilmek için, sakatlığın karşıtı da araştırmanın merkezinde yer almalı. Benim tezim, bu karşıtlığın iki tarafının da birbirine gönderme yaptığı ve birinin diğeri olmadan varolamayacağı. Böylece, ilk sorunun yanına ikinci bir soru geliyor; bu soru şöyle formüle edilebilir: "Normallik nasıl oluşur; engelsiz beden sakatlığın reddiyle nasıl kurulur?" Son yıllarda diğer etkiler yanında Jacques Derrida'nın yapısökümünün de sağladığı itkiyle farklılık üstüne bakış açısında sadece ötekinin araştırılmasını değil, bizatihi hakim kategorinin çözümlemesini de araştırmanın merkezine koyan yeni bir vurgu ortaya çıktı. Bunun temelinde, merkez-marjinal düzenlemesinin, ikiliğin iki tarafı da çözümlenmediği sürece sorgulanmadan kalacağı kavrayışı yatıyor. Bu iki tarafı da incelediğinde ve böylece sakat ve engelsiz beden karşıtlığını sorguladığında, sakatlık çalışmaları bir paradigma dönüşümünü mümkün kılabilir. Bu durumda, sakatlık çalışmalarının nesnesi sakatlığın ve normalliğin tarihsel süreçte ve farklı mekansal bağlamlarda dönüşen ve biyolojik görüngülere göndermeyle doğallaştırılan kültürel yorumları olur. Bu tür bir yaklaşım tarzı sakat bedeni ya da engelsiz bedeni varsayarak hareket etmez, bunun yerine bu karşıtlığın tarihi ve işlevi üstüne soru sorar. Sonraki bölümde bu tür bir yaklaşım tarzını Jacques Lacan'ın ayna evresi modeli örneğinde tanıtacağım. Bu model insan öznelliğinin diğer öznelerle kırılgan bağında oluşumunu tarifler ve bağımlılık, bağımsızlık ve tanınma konularıyla meşguldür.

Tam ve Parçalanmış Beden Arasında

Psikanalist Jacques Lacan erken döneminde sunduğu bildirisi '"Özne-Ben'in  İşlevinin Oluşturucusu Olarak Ayna Evresi'"nde öznenin içine tam bir beden tasavvurunun yerleştiği psişik ve bedensel süreçler üstüne bir model sunar. Lacan'a göre bu bağlamda temel önemdeki an, 6 - 18 aylık bebeklerin kendi imgelerini aynada ilk kez tanıdıkları ve tanıyışa hazla tepki verdikleri andır. Lacan'a göre çocuk aynada kendi imgesini bütünsel bir imge olarak algılar, ki bu kendisine bakanlara gerçekteki tümden bağımlılığına da kendi bedenini kısmi algılayışına da zıttır.  Çocuk bu ayna imgesinde kendi gücünün olgunlaşmasını imgeleyebilir. Çocuğun  süreçte artarak algılayabildiği ya da daha kesin bir ifadeyle yansıtabildiği, aynada deneyimlenebilen bütünsel beden imgesi karşısında, huzursuzluk, bağımlılık ve eksiklik hisleri de, anneden daimi biçimde ayrı olmanın temel bilgisi de, imgelenen bir  tamlık ve kontrol adına bastırılır. Buna göre, ayna evresi bağımsızlık ve iktidar yanılsamasının metaforudur --ki bu yanılsama erişkin öznenin de yatırımıdır (başkalarına olan temel bağımlılığına rağmen). Lacan çocuğun aynadaki imgesiyle ilişkisini tüm sonraki özdeşleşmelerin kalıbı olarak görür: Böylece öznenin kendini tanımasının koşulu baştan beri yanlış-tanıma olarak değerlendirilir.

Lacan ayna evresi modeliyle yaşam boyu yapısallaştırıcı kalan, ancak bilinç dışına atılarak bastırılan, tekilin ötekine bağlılığı  varoluşsal momentini açıklar. Özne-ben'in oluşumu Lacan'a göre bedenin tam bir beden olarak görünecek biçimde yansıtılmasıyla vuku bulur. Bu imgelenen tam bedenin karşılığı "parçalanmış" beden , bağımlı bedendir. Özne-ben'in kuruluşuyla bu beden, bilinç dışına bastırılır, ancak kriz durumlarında tekrar yüzeye çıkar. O halde parçalanmış beden, özneyi ömür boyu izleyen bir tehdittir. Lacan'ın oluşum süreci temelinde donuk ve hayali bir inşa olarak tariflediği öznenin kimliği, öyleyse, parçalanmış bedenin dışlandığı, tam bir beden yansıtmasıyla kurulur. Parçalanmış beden, buna müteakip, dışardan bir tehdit olarak belirir, çünkü artık özne-ben'in bir bileşeni değildir, ona karşıttır. Öyleyse, öznenin psişik formasyonunda parçalanmış bedenin varlığının kendinde bir meşruiyeti yoktur; aksine, parçalanmış bedenin tek işlevi aşılmak ve bastırılmaktır. Lacan'a göre, o, "insan doğumuna özgü erkenlikle" (Portmann'ın ifadesi), yani, çocuğun, hayvan yavrularının tersine, doğumdan sonra uzun bir zaman boyunca başkalarının bakımına muhtaç olması olgusuyla, yakından bağlantılıdır. Lacan'la birlikte, parçalanmış bedenin ve bedenin - parçalanmışlığı hatırlatır olarak görülebilecek - yaralanabilirliğinin tüm insanlar için geçerli olduğu sonucuna varabilirim. "Normal" beden, gerçekteki yaralanabilirliği bir incinmezlik fantazisiyle örtülen, imgelenen bir tam bedenden başka bir şey değildir.

Her bedenin yaralanabilirliği...

Eklemek isterim ki, Lacan'ın kusur olarak tespit ettiği şey, aslında sadece insan yaşamının spesifik bir özelliği olarak belirlenebilir: İnsan, yaşamının başlangıcında ve sonunda daha fazla olsa da, aslında ömür boyu hastalık, kaza ya da süreğen sekeller nedeniyle, az ya da çok, sürekli olarak başkalarının ilgi/bakımına muhtaçtır. Başka türlü söylersek, o, toplumsallığı nedeniyle sürekli olarak başkalarına bağımlı yaşar. Elbette, Lacan'ın amacı açıkça, psişik ve fiziksel tamlık yanılsamasının izini sürmektir, zira ona göre bu yanılsama öznenin parçalanmışlığının üstünü örter ve yanıltıcı bir öz-kontrol ve bağımsızlık imgesi sunar. Ancak, bizzat Lacan'da hareket noktası olarak önvarsayılan şeyin, yani tamlık tasavvuru ve arzusunun nasıl oluştuğunu sormak isterim. Tamlık isteği ve parçalanma korkusunun kökeni, bebeğin tüm deneyimi parçalanmışlıktan ibaret olduğuna göre, nerede yatar?

Lacan, ayna evresiyle iki kutuplu tamlık ve parçalanmışlık mekanizmasını açıklamayı deniyor, ama bu karşıtlığı bozmayı beceremiyor. Bunun yerine, 'zorunlu tamlık' varsayımını onaylıyor ve böylece parçalanmışlık korkusunun "doğal" olduğu kanısını güçlendiriyor. Böylece bu varsayımların varlığı ve zorunluluğundan hareket ederek tam ve parçalı beden tasavvurları arasındaki hiyerarşiyi desteklemiş oluyor. Bu ikiliği bozabilecek yeni bir kavramı işlemeyi başaramıyor.

Peki, o halde bağımlılık ve bağımsızlık, edilgen ve aktif, hasta  ve sağlıklı, sakat ve engelsiz karşıtlıklarında temellenmeyen ve kendini bu karşıtlıklar üzerinden kurmayan bir kavram ne olabilir? Bu ikililiklerin mantığına hapsolmamış bir kavram olarak, "yaralanabilir" beden kavramını önermek isterim, zira bu kavram tamlık ve parçalanmışlık ayrımını varsaymaz. Yaralanabilirlik kavramı tam da her insanın başkalarıyla varoluşsal bağını ifade edebildiği için sakat ve engelsiz ayrımında temellenmez. Bu kavram, her insanın, insan bedenli ve duyularla donatılmış bir varlık olduğu için, bedeninin yaralanması olasılığıyla yaşadığını açık eder. Endüstri toplumlarının nüfusu gittikçe yaşlanıyor ve böylece artan yaşla beraber bir sakatlık edinme ve/ya sürekli olarak bakıma muhtaç yaşama ihtimali de artıyor. Hızlı teknolojik gelişmeler insan yaşamının başlangıcı ve sonuna ilişkin tasavvurlarımızı değiştiriyor ve insanın kusurluluğu ve insan bedeninin yaralanabilirliği konuları üstüne net tutumları gerekli kılıyor.  Amerikan sakat hareketi çevresinde kullanıldığı haliyle dikkat çeken "temporarily abled" --geçici engelsiz-- ifadesi sakatlık, hastalık, yaş ve sakatlıksız bir yaşam arasındaki sürekliliği kışkırtıcı bir biçimde dillendiriliyor.

"Yaralanabilir beden" kavramı bu bağlamda, sıklıkla farklı ya da "özel" olarak tariflenenlerin bütünün ayrılmaz parçaları olduğunu algılayabilmemizi talep eder. Böylece sakatlığı içeren bir bakış açısı sunar. Böyle bir temel üzerine herkesi içeren bir farklılık kavrayışı geliştirilebilir. Aynı zamanda, siyasi sınır belirleme edimlerine temel teşkil eden normallik tasavvurları eleştirilir. Her bedenin yaralanabilirliğinden hareketle, sakatlık toplumsal olarak temel önemde bir odak konu haline gelir.

Sakatlık Çalışmaları Dizgeleştirmesine Yönelik Tezler

5 Tezle bitirmek istiyorum. Bunlar kategoriler arasındaki aralıklara yönelik yoğun dikkatiyle yaralanabilir beden paradigmasından türüyor ve bilimsel pratik ve bilim siyasetinde bir dönüşüme işaret ediyorlar.

1.  Sakatlık çalışmaları sakatlığın ve normalliğin dönüşen, biyolojik görüngelere göndermeyle doğallaştırılan kültürel yorumlarının araştırılmasıyla meşguldür. Farklı bedenlilik biçimlerinin tarifi ve yorumlanması bu bağlamda özel bir önem arzeder.

2. Görünmez sakatlıkların yanında hastalık ve yaşlılığı da kapsayan ve sakat ve engelsiz beden arasında  süreklilik varsayan, daha geniş kaplamlı bir sakatlık kavramı temel alınır. Sakatlık, değişebilirliği ve durağanlığını sakatlık çalışmaları araştırmalarının açığa çıkardığı, hem öznenin tarihiyle hem de genel olarak tarihle ilintili bir kategoridir.

3. Sakatlık kategorisinin "ırk", sınıf, cinsiyet, cinsellik vs. gibi kategorilerle kesişim noktaları, bizzat, bu kategorilerin hem potansiyellerini hem de sınırlarını gösterir. Özerklik ve özbelirlenim gibi siyasi kavramlar bu kesişim noktalarında özgürleştirici potansiyellerini yaygınlaştırdıkları kadar, dışladıkları ötekine de atıfta bulunurlar.

4. Pratikte sakatlık çalışmalarının derdi sakatlık kavramını genel tartışmalara dahil etmekle sınırlı kalamaz; mesele, çok daha fazla ölçüde,  sakatlık kavramıyla kusursuzluk ve kusurluluk, bağımlılık ve bağımsızlık, eşitlik ve farklılık, estetik vs. gibi antropolojik konular arasındaki çoklu bağlantıları göstermektir.

5. Bu koşullar altında, sakatlık çalışmalarının amacı tüm bilim dallarını "söyleme kışkırtmak" ve sakatlık üstüne halihazırda varolan bilimsel yaklaşımları biraraya getirmektir. Bunun için bir yandan, sakatlık çalışmalarının ilgili herkese açık olması, öte yandan sakat insanların üniversiteye katılımı önündeki engelleri kaldıran bir bilim teşviki, gereklidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder