Farkın Bedenleri: Siyaset, Sakatlık ve Temsil
Lennard J. Davis

Davis, ABD'de sakatlık çalışmaları alanının son dönemde en bilinen isimlerinden biri. Bu, kısa, çalışmalarının ana meselesini  özlü bir biçimde aktardığını (iyisiyle kötüsüyle) umduğumuz yazısını ekledik.
'Bodies of Difference: Politics, Disability, and Representation'
Disability Studies, Enabling the Humanities içinde, s.100-106.



  Bizler toplumsal sakatlık çalışmalarında normallik üzerine düşünürken, tartışmalarımızı aşağı yukarı sadece sakatlık ve hastalıkla sınırlamak gibi bir hata yaptık, diyebilirim. Oysa, toplumsal sakatlığı diğer her tür standart dışı davranışla beraber kapsayan daha büyük bir resim mevcut. Kendisi de başka herhangi bir somatik etkinlik kadar fiziksel bir işlev olan dil kullanımı da, cinsellik, toplumsal cinsiyet, ırksal kimlik, milli kimlik vb.'nin olduğu gibi, nomaliyetin dayatılmasında bir araç oldu. Georges Canguilhem'in yazdığı gibi, 'Gramerin doğuşu ile metrik sistemin yerleşikleşmesi arasında herhangi bir fark yok. İş gramer normları ile başladıysa, sanayi ve hijyen normlarından geçip, milli savunmanın gerektirdiği insan ve atları kapsayan morfolojik normlarla sonuçlandı' (150).

  Makalenin okurlarına metnin izleyeceği yolu netleştirmek adına burada bir adım geriye gidip Enforcing Normalcy'de öne sürdüğüm argümanı tekrar edeyim. Sözkonusu kitapta, Batı toplumunun 19.yy'nin başları/ ortalarından önce normaliyet kavramına sahip olmadığını iddia etmiştim. Normal sözcüğü İngilizcede gerçekten de ancak 150 yıl önce ortaya çıktı, Fransızcada ise ondan 50 yıl önce. Normaliyet kavramının doğuşundan önce normal kavramına tekabül eden bir şey yokmuş görünüyor; bunun yerine hakim paradigma, ideal sözcüğünün merkez konumda olduğu bir paradigma idi. Eğer merkezi kavram ideal ise, tüm insanlar bu standartın altındadır; öyleyse, varoluşları farklı kusurluluk derecelerine tekabül eder. Burada önemli olan nokta şu: İdeal sözcüğünün hakim konumda olduğu bir kültürde fiziksel kusurlar mutlak değil, yukarıdan aşağı süreğen bir kusurluluk hattının parçalarıdır. Örneğin, kimsenin bedeni ideal beden değildir; öyleyse, kimsenin ideal bir bedene sahip olması zorunlu değildir. 19.yy'nin başlarında ise, Avrupa'da istatistiğin ve, daha o zamanlardan 'normal eğrisi' diye adlandırılan, çan eğrisi kavramının geliştiğini görüyoruz. İstatistiğin gelişimiyle beraber normal kavramı da geliyor. Bu yeni paradigmada bedenlerin çoğunluğu eğrinin ana bölümünde yer alıyor. Orada yer almayanlar ise, aykırılar --öyleyse, anormaller -- oluyor. Böylece, yeni bir buyruk oluşuyor: uyum göstermek, normallik etiketine uymak. Eski paradigmada olduğu üzere ideal'e nazaran kusurlu bir bedende kalmak yerine, geçtiğimiz 150 yılda insanlar normal olmaya çabalamaya, eğrinin ana bölümü altına toplaşmaya teşvik edildi.

  Öyleyse, normaliyetin ve dilin standartlaştırılmasının aşağı yukarı aynı dönemde başlaması tesadüf müdür? Bu beraberliği özelde tek bir alanda incelersek, dilin ve normaliyetin daha geniş milliyetçilik kategorisi altında bir araya geldiğini görürüz. Benedict Anderson'ın işaret ettiği üzere, modern ulus devlet büyük oranda 18. ve 19. yy'lerde siyasi denetim altına alınmış bir coğrafyadaki çok dilliliğin tek bir ulusal dilde standartlaştırılmasıyla yerleşikleşti. Böyle bir dilsel türdeşlik olmadan modern ulus devlet düşüncesinin gerçekleşmesi son derece zor olurdu. Ayrıca, düz yazı veya şiir olsun, milli yazınlar da dillerin standartlaştırılmasıyla, normal dil pratiklerinin dayatma sonucu yaratılmasıyla mümkün oldu.

 Anderson'ın modern ulus devletin kuruluşunu mümkün kılmak için dilsel pratiklerin standartlaştırılmasının, türdeşleştirilmesinin ve normalleştirilmesinin gerekli olduğu tezine artık pek kimse karşı çıkmıyorsa da, benim bu makalede bir adım daha ileri giderek öne süreceğim şey daha tartışmalı görünebilir: Modern ulus devletin biçimlenmesinde sadece dil değil, bedenler ve beden pratiklerinin de standartlaştırılması, homojenleştirilmesi ve normalleştirilmesi gerekli oldu(1). Bir milli fizik tipinin, bir milli etnik tipin, ve bir gayrimilli fizik tipinin yaratılması gerekti. 19.yy'de ırk, patoloji, sapkınlık vs. üstüne bir çok çalışma yapıldığını görüyoruz --bunların amacı vatandaş öznenin tüm anormal tezahürlerin karşıtı olacak biçimde yaratılmasıydı.

  Sağlamcılığı bugüne dek yaptığımızdan daha farklı bir biçimde düşünmemiz lazım. Onu belli bazı somatik önyargılara sahip insanların bir özelliği ya da düşünce biçimi addetmek yerine, sağlamcılığı Avrupa kültürü ve ideolojisinde, belki de küresel kültür ve ideolojide, kısmen Aydınlanma düşüncesinin, kısmen modernleşmenin getirdiği büyük çaplı değişimln bir parçası olarak düşünebiliriz. Ayrıca, kurbanlar ve kurban edenler senaryosunu terketmeye başlayabiliriz. Irkçılık, cinsiyetçilik ve diğer başka ayrımcılıklara yaklaşımda kullanılan bu senaryo failliğe yer bırakmıyor. Bunun yerine, sağlamcılığı siyasi ve toplumsal pratikte hem olumlu hem olumsuz etkileri olan dönüşümlerin bir parçası olarak görebiliriz.

 İdeolojik yapıların beden nosyonlarını nasıl değiştirebileceğini örneklemek için burjuva temsili demokrasisinin gelişimine bakalım. Feodal toplum modelinin, kendi çıkarı adına, güdümlediği düşünce eşitsizlik düşüncesiydi; kral ve kraliçe tebanın tümünün gerisinde kaldığı bir ideali temsil ediyordu. Feodal sistemin temelinde hiyerarşik bir mükemmelik düşünü vardı: iktidar ve zenginlik toplumsal ve siyasi piramidin tepesinde yoğunlaşıyor, zirvenin ardından aristokrasi geliyor, ve köylülük iktidar ve zenginlikten olduğu gibi mükemmellikten de en uzak kesim. Bu model, eşitsizliğin meşrulaştırılmasının temelini dinde, patriyarkal ailede ve devlet şiddetinin görünürlüğünde buluyor. Jean-Jacques Rousseau, Voltaire, Adam Smith ve Thomas Jefferson gibi Aydınlanma yazarları tüm iktidar ve zenginliği elinde tutan idealleşmiş bir yönetici kavramını her bireyi tüm diğer bireylere eşit koyutlayan bir temsili hükümet adına reddetti. Böylece, gücünü toplumsal sözleşmeden alan yönetim erki, kuramda, her biri bir diğerinden türsel açıdan farklı olmayan bireylerden müteşekkildi. Böylece, örneğin, George Washington çok bilinen bir heykelinde paltosununun düğmelerinden biri eksik gösterilebilir: bu, Washington'ın otoritesini azaltmaz çünkü otoritesi bir ideali bedene büründürmesinde değil, toplumsal sözleşmeden kaynaklanan iktidara vekaletinde yatar.

  Ancak, ABD Bağımsızlık Bildirgesi'nde de 'tüm insanlar eşit yaratılmıştır' ifadesiyle yer bulan, bireyin diğer bireylere eşitliği nosyonu birden fazla çelişki barındırır. Bir, kişinin hem birey olması hem de tüm diğer bireylerle aynı olması nasıl mümkündür? Bu paradoks, hem bireysel varoluşa hem de diğerleriyle aynılığa gönderme yapan kimlik sözcüğüne içkindir. İçinde tüm vatandaşların, en azından kuramsal temelde, diğer bireylere eşit bireyler olacakları bir yönetim biçimi koyutlayabilmek için ortalama vatandaş nosyonuna ihtiyaç vardır. Bu varlık, tüm vatandaşları temsil eder görülür. Aynı şekilde, temsili bir demokraside seçilmişleri bu eşit bireylerin her birini temsil eder addedersiniz.

 Temsil sözcüğünde ikinci paradoks saklı. Eğer seçilmiş temsilci herhangi bir vatandaşın vekili olacaksa, o  bireyin görüşünü aktarmalıdır. Yani, temsilci hem vatandaşı aktarmalı hem de dosdoğru vatandaş olmalı, vatandaşın varlığını temsil etmelidir. Ancak bu halde hükümetin niteliğinin gerçekten de temsili olabilimesi için bireylerin her biri için ayrı birer temsilcinin olması gerekir. Vatandaş gruplarını kendinde temsil eden tekil temsilci düşüncesi temsili demokrasinin temel paradoksudur: Bir seçmen kesiminin oylarının çoğunluğunu ya da belirli bir toplamını elde ederek seçiliyorsanız, birey vatandaşı temsil etmeniz nasıl mümkündür ki?

  Bu hususların hiçbiri feodal veya monarşik yönetimler için mesele değildi, çünkü orada vatandaşların temsili gerekli değildi. Koyutlamanız gereken şey, bireyler değil, gruplar, sınıflar, denetim alanları idi. Oysa bir vatandaşı --örneğin, bir ressamın ya da romancının yapacağı gibi -- temsil edebilmek için o vatandaşın imgesini tahayyül etmek, yaratmak, koyutlamaya mecbursunuz.

 Ortalama vatandaşın edebi kurgu biçimi dahilinde geliştiği alanı romanda, gündelik hayatın, tek-düzenin tasvirine odaklanmış tarzda, buluyoruz: epik kahramanın destansı muzafferliği yerine kahraman olarak ortalama vatandaş. Yani, roman, norm ile temelden ilgili bir biçim.

 Bir kavram olarak normun erken modern bireyin içerdiği paradoksa mükemmel bir ideolojik ve teknik çözüm olduğunu söyleyebiliriz. Norm, temsil edilen birey nosyonunun temsili demokrasiyi yüz yüze bıraktığı çelişkiyi etkili bir açıklama sunarak çözüyor. Diğer bireylere eşit bir bireyin nasıl mümkün olacağı sorunu ve, bu sorunla koşut diğer sorun, bu bireylerin nasıl temsil edileceği sorunu, norm ve çan eğrisi kavramlarıyla çözülüyor. 'Birey'in somutta örneklenmesi istatistik olarak mümkün hale geliyor. Her girdinin bir varlığı ve bütünlüğü var, her kişi çan eğrisindeki konumuyla bir birey. Üstüne üstlük her bir kişi aynı anda bir sürekliliğin parçası ve böylece bütüne dahil. Ayrıca, bir ortalama, tariflenebilecek bir normal vatandaş da var. Bu normaller, niteliklerinin toplamı eğrinin merkezi altina düşen hipotetik insanlar. Böylece, norm kavramı türdeş bir standart ya da ortalamayı dayatırken aynı anda bireysel düzeyde değişkenliğe izin veriyor. (2)

 Ayrıca, norm kavramıyla ortalama vatandaş görülür, koyutlanabilir, hesaba katılabilir hale geldiğinden temsil de mümkün oluyor. Artık bireyler yönetimde bir topluluk olarak temsil edilebilirler. Gerçekten de temsilci seçmek için seçimde oy kullanmak düşüncesinin bizatihi kendisi, norm ideolojisinin formülasyonuyla yakından bağlantılı. Seçimle belirlenen toplu karar, bireysel değişkenliklerin çizelgeleştirilmesinin fazla bir şey değil. Oy verilmesinin sonucu, kanaat normunu veya duygusal normu temsil eden bir kişinin seçilmesi. Çoğunluk oyu veya oy çokluğu dağılımı grafiğe dökülebilen bir tür çan eğrisi tanımlar. Örneğin ABD'deki Temsilciler Meclisi normun canlı ete kemiğe bürünmesi addedilir. Temsili demokrasi, normaliyettir, veya bir türenti kullanacak olursak, normokrasidir.

 Burjuva demokrasisi, temsili demokrasi, normaliyet varsayar --ikisi aslında tek bir yönetim biçimidir. Canguilhem'in belirttiği gibi, 'normal'in [Fransızcada] ortaya çıktığı 1759 ve 'normalleşmiş'in ortaya çıktığı 1834 yılları arasında, normatif bir sınıf, içeriğini belirlediği toplumsal normların işlevini bu normlardan kendisinin yararlanma biçimleriyle denk kılacak güce erişmişti' (151). Demokrasinin eşitlik yanılsamasına ihtiyacı vardır, ve eşitliğin de eşit ya da ortalama vatandaş kurgusuna. Böylece, temsili demokrasinin kurulması, normaliyeti destekleyecek ve normaliyet hedefleri üretecek bir ideoloji ihtiyacını beraberinde getirir.

 Demokrasi bireyciik, eşitlik ve özgürlük düşünlerini besliyorsa, aynı zamanda bu erekleri demokrasiyi gözetleyici dikkati altında biçimlendiren kapitalizmin hedefleriyle uzlaştıracak bir ideolojiyi de gerekli kılar. Kapitalizm eşitliği mali eşitlik olarak değil, çalışanlar arasında eşitlik olarak kavramsallaştırır (ilki, yönetici sınıflar ve işçiler arasındaki sermaye farkını ve böylece bizzat kapitalizmi yok ederdi). Ancak, Aydınlanma düşüncesi temel bir paradoks barındırır. Herkesin haklar açısından kuramsal olarak özgür olacağı bir toplum hayal eden Aydınlanma filozofları etik bir gayeyle eşitlik, özgürlük [freedom] ve hürriyeti [liberty] savundular. Ancak, zenginliğin, kapitalizmin gerektirdiği, eşitsiz bölüşümü bu gayeyle açıkça çelişir. Öyleyse, kapitalizm, mantıksal olarak ya da ideoloji aracılığıyla, neden bazı insanların bu kadar fazla servete sahip olduğunu, ve bu servet sayesinde yönetim düzeyinde bu kadar fazla etki gücüne sahip olduğunu açıklamak zorundadır.

 Normaliyetin temelindeki kavramlar böyle bir açıklamayı mümkün kılar. Eğer model olarak çan eğrisini alırsanız, tüm farkılaşmaların bu dağılımın katı mantığına tabi olduğunu fark edersiniz. Galton'ın icat edip quincunx adını verdiği, üstüne bırakılan çelik bilyelerin içine çakılı bir dizi çiviye çarparak rastlantısal bir biçimde düşüp altında biriktiği aletle gösterdiği gibi rastlantısal örneklemeler dahi gerçekten de çan eğrisi biçimine tabidir. {quincunx'a - Galton Kutusu - dair bilgi için bkz. Vikipedi.} Galton, bilyeler aşağıda sürekli çan eğrisi biçiminde toplaştıkları için çan eğrisinin bir doğa yasası olduğunu kanıtlayabilecekti. Öyleyse, örneğin bireysel zenginlik gibi bir şeyin de normal dağılım eğrisini izleyeceğini söylemek mantıklı olacak -- bir yanda yoksullar, ortada ortalama geliri olanlar, ve diğer uçta çok zenginler. Böylece, bireylerin topluluk içinde birbirlerine eşit bir temelde yer almalarını mümkün kılan kuramın ta kendisi aynı zamanda zenginliğin eşitsiz dağılımına izin veriyor. Eşitlik ve normaliyet, matematiğin katı yasaları uyarınca, eşitsizliğin hep varolmasını talep ediyor.

 Öyleyse, vatandaşlar arası eşitlik etik değil yarı-bilimsel bir düşünle temellenmiştir. Etik-olan, istatistik ile yeniden-koşullandığında, eşitlik dönüşmüştür. Gerçekten de, özellikle çalışan sınıflara tekabül ettiği haliyle, işler haldeki eşitlik nosyonu bir 'karşılıklı ikame' nosyonudur. Ortalama insan nasıl inşa edilebiliyorsa, ortalama işçi de inşa edilebilir. Tüm çalışan bedenler, diğer tüm çalışan bedenlere eşittir, çünkü her biri diğerinin yerine ikame edilebilir, her biri bir diğeriyle değiştirilebilirdir. Bu değiştirilebilirliğin, özellikle 19.yy fabrikalarında, anlamı işçilerin bedenlerinin özdeş addedilmesidir. İlaveten, sağlam-bedenli işçiler sağlam-bedenli vatandaşlarla değiştirilebilir olacaktır. Bu ideolojik ölçüt sakatlığa açık göndermeler içerir. Eğer tüm işçiler eşitse ve tüm işçiler vatandaşsa, demokrasinin, eşitliğin ve normalliğin endüstriyel-siyasi kavramsallaştırılmasına uyabilmek için tüm vatandaşların standart bedenlere sahip olması zorunludur. Açık ki, sakatlığı olan insanlar, emeğin tümden standartlaştırıldığı ve bedenlerin birbirleriyle değiştirilebilir addedildiği çalışma koşulları için sorun teşkil ederler. (3)

 Temsil normu ve normaliyet hegemonyası tarafından yönetilen hasta ya da vatandaş yaşam süresi boyunca bir dizi kuruma girer: yuva, ilk, orta ve yüksek öğretim, şirketlerde istihdam, hastaneler, evlilik ve aile; düzenli bakım, ve son olarak bakım/ huzur evleri. Bunların hepsi yasal, hukuksal, medikal ve kültürel düzeyde normalleştirici kavramlar üstüne bina edilmiştir. Bu normalleştirme kurumlarının kesişerek birbirini besleyen talepleri çok kudretli, hatta totaliterdir. İnsanlar tarih boyunca hiç bu denli total bir denetime tabi olmuş mudur? Zihinlerin ve bedenlerin denetim altına alınma derecesinin, son iki yüzyılda geliştiği haliyle bugünkü normaliyet iktidarıyla karşılaştırdığımızda, her şeye muktedir bir feodal despotun en adaletsiz yönetimi altında dahi son derece az olmuş olduğunu iddia edebiliriz.

 Bu normaliyet sisteminde sakatlığı olan insan bir dizi zaiyattan sadece biridir. Normaliyette, kimsenin eşit olmadığı ve olamayacağı gibi, kimse normal değildir ve olamaz. Herkesin uyum sağlamış görünebilmek için sıkı çalışması gerekir; bu durumda sakatlığı olan insan aidiyet yoksunluğuna örnek dramatik bir vaka olarak seçilir. Sakat insanın bu şekilde tanımlanması, diğerlerinin kendilerini paradigmaya uyuyormuş gibi düşünmelerini kolaylaştırır.

 Medya sakat insanlar üstüne bitmek bilmez hikayeler üretmeyi sürdüredursun, örnek olsun diye sırf  Oscar ödülü alan filmlerin bir çoğuna şöyle bir bakalım: Shine, İngiliz Hasta, Bıçak Sırtı, Akıl Oyunları, Benim Adım Sam --bunların hepsi kendilerinin sağlam-bedenli olduğuna inanan insanların dikkatine, tüketimine sunulan ve onları rahatlatan engellilik filmleri. Toplum, huzursuzlukla homurdanarak sakatlığı öteki olarak belirleyip işaretlemeye ve kendini bu ötekiyle zıtlığında tanımlamaya devam ediyor. AIDS olsun, düşük doğum ağırlıklı bebekler olsun, özel eğitim meseleleri olsun, ötenazi veya her gün gazetelerde yer bulan binlerce benzer konudan bir diğeri olsun, sözkonusu farklılık biçiminin incelenmesi, tartışılması, ve anatomikleştirilmesi insanların kendi normalliklerini sağlama almaya yönelik ümitsiz çabasından başka bir şey değil. Eğer insanları anomali addedilen fiziksel kimlikleri dışlayan biçimlere göre (görsel ya da yazılı olarak) sınıflandırmaya değil de, insani deneyimlerin farklılıklarını tariflemeye daha çok gayret etseydik, toplumun, anlatıların ve siyasetin farklı bedenleri hangi yollardan baskı altına aldığını keşfetme şansımız olurdu.



Notlar 

1. Bunu one sürerken, Foucault'nun açtığı yolu takip ediyorum. Foucault (kriminel, cinsel veya medikal olarak) sapkın bedenlerin denetiminden bahsetti (Hapishanenin Doğuşu, Kliniğin Doğuşu, Cinselliğin Tarihi). Bu bedenlerin neden sapkın addedildiğini, sapkınlığın ontolojisini ise hiçbir zaman tam olarak açıklamadı. Ben burada sapkınlığı norm kavramının dayattığını vurguluyorum. Diğer bir deyişle, bedensel sapkınlığın modern anlamının yaratımı, fiziksel farklılığı normalleştirmeye çalışan istatistikçilerin, tıp doktorlarının ve öjeni uzmanlarının çalışmalarında tespit edilebilir.

2. Bu gerçekleştikten sonra normal ideolojisinin bireysel farklılaşmanın denetimini evrim kuramının temelindeki biyolojik çeşitlilik düşününe nasıl kolayca yedirdiğini görebiliriz. Belirli bir farklılaşma başat hale gelir gelmez, çan eğrisi kayıverir. Yani, örneğin, zürafaların boynu evrimle uzamışsa, zürafaları kapsayan veride kayma gerçekleşir ve böylece daha kısa boyunlu zürafalar daha önce norm addedilirken şimdi anomali olarak görülür.

3. Ortalama işçi formülasyonunun sadece kapitalizm için değil sosyalizm ve komünizm için de zorunluluk olması ilginçtir. Örneğin Marx emek değeri veya ortalama ücret formüasyonları için Quetelet'in ortalama insan düşüncesine yaslanmıştı. (Daha fazla bilgi için, bkz. Enforcing Normalcy, s. 28-29).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder